bilimsel içerik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilimsel içerik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mayıs 2008 Pazartesi

ekmek kızartma makinesi fotokopi makinesi klima hesap makinesinin icadı!!

Hesap Makinesi: İskoçyalı John Napier çarpma, bölme, toplama ve çıkarma işlemleri arasında bağlantılar kurdu. Kurduğu bu bağlantılarla mekanik hesap yapma makinasının temellerini atmış oldu. Uzun yıllar boyunca insanlar hesap makinasını Blaise Pascal’ın icat ettiğini düşündüler. Fakat aslında ilk icadı onun yapmadığı, ondan 18 yıl önce hesap yapabilen bir saatin Wilhelm Schickard tarafından icad edildiği ortaya çıktı. Alman tarihçi Franz Hammer tarafından bu konuda pekçok belge bulundu. Schickard’ın icadı daha önce bulunmasına karşın Pascal’ın icadından daha gelişmiş özelliklere sahipti. Toplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemlerini aynı anda yapabiliyordu. 1957 yılında belgeler ortaya çıkarıldı ve hesap makinasının gerçek mucidi olarak Schickard tarihe adını yazdırdı.

Klima: Eski çağlardan beri yapay havalandırma ve soğutma sistemleri kullanılıyordu. Eskiden insanlar kapı girişlerine ıslak hasırlar asarak ya da konutlarını serinlik sağlayacak şekilde tasarlayarak çözüm arıyorlardı. 19. yüzyıla gelindiğinde, havayı serinletmek için buzun önüne vantilatörler yerleştirilmeye başlanmıştı. Willis H. Carrier, 1901′de Cornell Üniversitesi elektrik mühendisliği bölümünden mezun oldu. Aynı yıl Temmuz ayında Buffalo’daki Buffalo Forge Company’de çalışmaya başladı. İlk projelerinden biri soğutmaya yönelikti. Brooklyn’de Sackett-Wilhelms Lithographing and Publishing adlı matbaa şirketi, ısı ve nem değişimleri yüzünden kağıdın genleşmesi ve büzüşmesi sonucu baskı sürecinde renklerin donuklaşması gibi bir sorun yaşıyordu. Willis H. Carrier; 17 Temmuz 1902′de bu şirket için dünyanın ilk klimasının tasarımlarını tamamladı. Klima, matbaanın ısı ve nem oranını hassasiyetle denetleyen 30 tonluk bir makinaydı. Carrier, icadını geliştirmeyi sürdürdü ve iki yıl sonra 16 Eylül 1904′te püskürtmeli ilk klima sistemi olan “havayı işlemden geçiren aygıt” için patent başvurusu yaptı. 1906 yılında patenti alan Carrier, tarihte klimanın mucidi olarak bilinir.

Fotokopi Makinesi: Fotokopinin mucidi Chester Carlson 1906 yılında Amerika’da dünyaya geldi. Küçük yaşlardan itibaren çalışmaya başlayan Chester Carlson, zor koşullara rağmen eğitimini sürdürdü ve Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde Fizik eğitimi aldı. Okuldan sonra bir tescil ofisinde asistan olarak çalışmaya başlayan Chester Carlson’un kağıt ağırlıklı bir işi vardı ve sürekli olarak belge çoğaltıyordu. O zamanlar bir belgenin çoğaltılması için ya fotoğrafının çekilmesi ya da elle yazılarak kopyalanması gerekiyordu. Bu iki yöntem de, çok pahalı ve zaman alıcıydı. Bu şekilde belge kopyalamanın çok zor olduğunu gören Carlson, kopyalamanın daha kolay bir yolunu bulmaya karar verdi. New York kütüphanesinde aylarca fotoğrafçılık üzerine yazılmış bilimsel araştırmaları inceledi ve bu konuda deneysel araştırmalar yapmaya başladı. Carlson, fotoiletken özellikli materyaller üzerinde elektrostatik denemeler yaptı ve elektrik ışığına maruz kalan nesnelerin görüntülerini yansıttıklarını keşfetti. Carlson, 22 Ekim 1938 tarihinde ilk Xerografik görüntüyü keşfettiğinde 32 yaşındaydı. Bu buluşa daha sonra eski Yunan’da kuru ve yazma anlamlarına gelen kelimelerin birleşiminden Xerografi adı verildi. Chester Carlson’un buluşunun önemini anlayıp bu buluşa yatırım kararı alan Haloid şirketi, 1961 yılında ismini “Xerox Corporation” olarak değiştirdi ve bu buluş ile çok büyük bir seviyeye yükseldi. Chester Carlson’un keşfinin, kolay ve hızlıca siyah beyaz fotokopi çeken bir ürün haline gelme süreci yıllar aldı. 1949 yılında kamuoyuna tanıtılan ilk ürün denemesinden sonra, 1961 yılında piyasaya sürülen Xerox 914, basitçe ve çabukça siyah beyaz kopyalama yapan ilk otomatik fotokopi makinasıydı.

Ekmek Kızartma Makinesı: İlk elektrikli ekmek kızartma makinası 1909 yılında General Electric tarafından üretildi. Bu dönemde üretilen kızartma makinasında bir tel örgünün üzerine konulan bir dilim ekmek tek taraflı ısı aldığı için diğer tarafının kızarması ekmeğin çevrilmesi ile mümkün oluyordu. 1927 yılında ise Charles Strite ilk fırlatmalı ekmek kızartma makinasını üretti. Diğer kızartma makinasına göre daha geliştirilmiş bir modeldi. Çift taraflı kızartma yapabiliyordu. Ayarlanan süre dolduğunda ekmeğin dışarı fırlamasını sağlayan yay serbest kalıyordu. Böylece daha pratik şekilde kızartılmış ekmek yapılabiliyordu.

parfüm sabun kol saati termos icadı??

Parfüm: Parfüm olmadan önce eski zamanlarda kokulu tütsü ve yağlar büyücülerin, sihirbazların ve din adamlarının güçlerini simgelerdi. Fakat orta Çağ hastalıklarından korunmak için insanlar temizliğin önemini anlayınca, sabun ve koku kullanmaya başladılar ve bu hızla yaygınlaşmaya başladı. 1390′da sedir ağacı, biberiye, terebentin ve alkolden üretilen ünlü “Macar kolonyası” doğdu. Rönesans döneminde ise koku kullanımı çılgınlığa dönüştü ve zenginliğin simgesi halini aldı. Yelpazeler, peruklar, mücevherler. biblolar, elbiseler her şey parfümlenmeye başladı. Aynı dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu da bu gelişmelerden etkilendi. Haremdeki gözdeler de padişahın huzuruna çıkmadan önce vücutlarını zencefil ve hoş kokulu otlarla ovuyorlardı. Eski Mısır’da da parfüm kullanımı zenginliğin bir simgesi haline gelmişti. Zenginlerin mumyalarına öteki yaşamında hoşluk olsun diye türlü kokular katıldı. Eski Yunan’da da savaş kahramanlarının adeleleri ‘kafuru’ ile ısıtılıyordu. Kadınlar da vücutlarını aromatik esanslarla ovuyorlardı. Kokularla haşır neşir olunan Roma İmparatorluğu döneminde ise koku kullanımı oldukça yaygındı ve “Per fumum” sözcüğü tüm kokuları ifade ediyordu.

Sabun: Geçmişi M.Ö. altı binlere kadar uzanan sabun kullanımı, zamanla günlük yaşantımızın önemli bir parçası haline geldi. Fenikeliler sabunu bulana kadar, kül ve kil geleneksel temizlik aracı olarak kullanıyordu. M.Ö. 600′de bulunan ve kullanımı ortaçağda genişleyen sabun, tarih içinde kimi zaman değerli bir değiş tokuş aracı olarak kimi zamansa ilaç olarak kullanıldı. Geçmişte Fenikeliler ile Galyalılar arasında önemli bir takas aracı olan sabun, Roma döneminde, kadınların en gözde temizlik aracı haline geldi.

Kol Saati: Fransa’da yaşayan Brezilyalı pilot Alberto Santos’un en büyük tutkusu uçmaktı. Ancak saatle ilgili önemli bir sorunu vardı. O zamanlarda herkes köstekli saat kullanıyordu ve bu yüzden hem iki eliyle uçağı kullanıp hem de cebinden çıkarması gereken saatine bakamıyordu. Havadayken de zamanı öğrenebilmek için arkadaşı Louis Cartier’den yardım istedi. Cartier 1904 yılında saat yapımcısı Edmond Jaeger’in yardımıyla ilk kol saatini hazırladı. 1906 yılında Santos yeni bir rekor kırdığından emin olmak için uçağından çıkarken saatine bakınca bunu gören kalabalık bu garip saati beğendi ve bir anda Cartier’ye yeni saat siparişleri yağdı.

Termos: Vakumlu yani havasız ortamın izolasyon özelliği, 1643 yılından, Toricelli’nin bugünkü termometrelerin atası olan civalı barometreyi icadından beri biliniyordu. Ne var ki yaratılan vakumu muhafaza edebilecek, aynı zamanda da ısıyı iletmeyecek lastik türü malzemelerden o zamanlar kimsenin haberi yoktu. Termos başlangıçta kahve veya soğuk suyun sıcaklığını muhafaza etmek için değil, bir laboratuar aleti olarak sıvı ve gazları muhafaza etmek amacı ile tasarlandı. İngiliz fizikçi Sir James Dewar, 1890′lı yıllardaki bu buluşunun patentini hiç bir zaman almadı ve bilimsel kuruluşlara bağışladı. Termosun çalışma prensibi çok basittir; vakumlu bir ortamda hava molekülleri de olmadığından ısı ilet ilemez. Cismin ısısı başlangıçta ne ise o halde kalır. İçerden dışarıya, dışardan içeriye ısı geçişi olmaz. Termosun içine kahve konulursa ısısı dışarı kaçamayacağı için kahve sıcak kalır, soğuk su koyarsanız dışarıdan içeriye ısı giremeyeceği için su ısınmaz, soğukluğunu muhafaza eder. Dewar’ın Alman asistanı Reinhold Burger bu cihazdaki ticari geleceği iyi gördü ve 1903′de Almanya’da patentini aldı. Hatta ismi için ödüllü bir yarışma dahi açtı. Kazanan isim Yunanca ‘ısı’ anlamına gelen ‘Thermos” oldu.

Ütü: İnsanlar giysilerindeki kırışıklıkları düzeltebilmek için uzun uğraşlar vermişlerdir. Bu uğraşılar sonunda değişik yöntemler bulmuşlardır. Başlarda odun, cam , mermer gibi aletlerle beraber taşların ısıtılıp giysilerin üzerinde gezdirilmesi ile ütünün temelleri atılmaya başlandı. Ocaklarda ısıtılarak kullanılan ütüler zamanla kor ve kömür ile ısıtılan içi oyuk ütü şeklini aldı. İlk sapı olan bir demir parça ile ütüleme işleminin yapılması 17. yüzyılda gerçekleşmiştir. 19. yüzyılda ise ocak ya da sobaların ısıtıcı olarak kullanılması standart hale gelmiştir. Henry W. Seely (ABD) ilk defa ütünün taban kısmını ısıtmak için elektrik kullandı ve 1882 de elektrikli ütüyü icat etmiş oldu. Ütü iki karbon tabaka arasında oluşan elektrik arkının oluşturduğu yüksek direnç ve oluşan enerji ile ısınıyordu.

cd dvd kurşun kalem icadı

Kibrit: Kibrit 1809′da icat edildi. Uçlarından biri içinde potasyum klorat bulunan bir karışıma batırılmış küçük bir kükürtlü tahta parçasından ibaretti. Tutuşturmak için yoğun sülfürik aside daldırmak gerekiyordu, yani oldukça zahmetli bir işti. Kullanımı daha basit olan ilk kibrit 1831 yılında, genç bir Fransız öğrencisi olan Charles Sauria tarafından geliştirildi. Sauria bu karışıma, en basit sürtünmeyle alev alıveren beyaz fosfor katmayı akıl etti.

Barut: Ateşli silahlarla mermiyi atmak için kullanılan, güherçile, kükürt ve kömür tozundan meydana gelmiş patlayıcı bir maddedir. Çok eski bir tarihi vardır. M.Ö. 1000 yıllarında, Çinliler, ateşi bir savaş silahı olarak kullanırlardı. Gerek Doğu’da, gerekse Batı’da, alev ve ateşten savaşlarda da yararlanılıyordu. Özellikle Çin ordusunda, dehşet saçan savaş arabaları vardı ki, bunların görevi çömlek ve güllelerin içindeki ateşi düşman ordusuna atmaktı.

Kurşun Kalem: 1790′larda birbirinden habersiz mucitler tarafından Fransa’da ve Avusturya’da icat edildi. Kurşun Kalem yapımcıları çok geçmeden, “kurşun’un iki bileşeni grafit ve kilin farklı oranlarda kullanılmasıyla farklı sertlikte kalemler üretilebileceğini buldular.

CD: Televizyonun mucidi aynı zamanda ilk video kaydedicinin de mucididir: 1826′da John Logie Baird gramafonla aynı ilkeyi kullanarak 25 cm. çapındaki balmumu bir diskin üzerine görüntü kaydedebilen bir aygıtın patentini aldı. Philips Electronics firması Philips Lazervision ile diskin üzerine görüntü kaydetme fikrini 46 yıl sonra yeniden icat etti. 1972′de tanıtımını yaptıkları bu aygıt ABD’de 1980′de, Avrupa’da 1982′de piyasaya sürüldü.

DVD: Baird’in diski ile Philips’in Lazervision’ı zamanlarının ötesindeydi. Doğru düşünülmüş icatlardı ama kullanılmaları pek mümkün değildi. Bununla birlikte, disklerdeki ve lazer teknolojilerindeki ilerlemeler 1990′larda Philips, Sony, Matsushita ve Toshiba’nın DVD’yi geliştirmesine öncülük etti. CD ile aynı boyuttaki DVD daha fazla bilgiyi depolayabiliyordu. Bir filmi kaliteli olarak görüntüleyebilecek kadar bilgiyi depolayabilmesi sayesinde görüntü kaydında video kasetlerin yerini aldı

Klavye ve Farelerde Yaşayan Bakterilerden Haberiniz Var mı?

Bilim adamları topladıkları 33 bilgisayar klavyesi üzerinde yaptıkları araştırma sonucunda ortalama bir klavyede normal bir alanda bulunması gereken bakteri sayısından 150 kat daha fazla bakteri bulmuşlar. Bu bakteri miktarı, temiz olmayan bir alafranga tuvaletin oturma kısmının hijyen seviyesinden bile 5 kat daha kötüymüş. Bu değerler üzerine bir anket çalışması da yapılmış ve 4000 kişiye bilgisayalarını ne aralıkla temizledikleri sorulmuş.

Klavyesini aylık olarak temizleyenler: %22
Monitörünü aylık olarak temizleyenler: %27
Mouse’larını aylık olarak temizleyenler: %10
Hiç temizlemeyenler: %41
oranında çıkmış. Buradan da görüldüğü üzere, her gün elimizle tuttuğumuz ve yine aynı elimize yiyecek birşey alıp hiç düşünmeden yediğimizde aslında ne kadar bakteri topluyormuşuz da haberimiz yokmuş. Artık eldivenle mi kullansak acaba, ben gerçekten biraz tırstım bu olaydan. Sonuçta bizi hasta eden de bu bakteriler ve sık sık hasta olan kendimden biliyorum, mouse ve klavyemi en son ne zaman temizlediğimi hatırlamıyorum bile. Ama göz le görünür ciddi bir kirlenme de yok. Neyse yeni bir klavye almam lazım sanırım, gözle görünmeyen neler birikmiştir kimbilir. Bu yazıyı okuyan bütün Türk vatandaşlarına sesleniyorum; “mikroplarla daha fazla yaşamayalım, klavye ve mouse’leri güncelleyelim”. Buradan mouse ve klavye üreticilerine de sitemize bu tarz ürünlerin reklamlarını alabildiğimizi hatırlatmak istiyorum. (: alıntıdırr

9 Mayıs 2008 Cuma

8 Mayıs 2008 Perşembe

Türk mühendisler 40 milyon bilinmeyenli denklemi çözdü

Türk mühendisler 40 milyon bilinmeyenli denklemi çözdü
Türk bilim adamları, İngiltere'den ödünç aldıkları bilgisayar sistemi ile en büyük integral problemini çözmeyi başardı. 40 milyon bilinmeyenli denklemin çözülmesinin sağlık ve savunma sanayiine katkı yapacağı belirtiliyor. Cep telefonlarının sağlığa etkisi de bu sayede tespit edilebilecek.
Yabancı meslektaşlarına kıyasla kısıtlı imkânlarla çalışan Türk bilim adamları, uluslararası bir başarıya imza attı. Bilkent Üniversitesi Bilişimsel Elektromanyetik Araştırma Merkezi (BiLCEM), tarihteki en büyük integral problemini çözerek dünya rekoru kırdı. Proje lideri Prof. Dr. Levent Gürel ve ekibi, yazılımını ve donanımını kendilerinin hazırladığı paralel bilgisayar sistemi ile 40 milyon bilinmeyenli bir denklemi çözdü. Bu sayede çok üst düzey modellemeler yapmanın mümkün olacağı ve simülasyon sistemi ile özellikle savunma ve sağlık sektörlerinde büyük aşama kaydedileceği belirtiliyor. Projenin amaçlarından biri ise cep telefonlarının insan sağlığı üzerindeki etkilerini tespit etmek. Daha önce ABD'nin Illinois Üniversitesi'nde görevli bilim adamları en çok 22 milyon bilinmeyenli denkleme ulaşabilmişti. Rekor, alanında dünyanın en önemli kuruluşu Elektrik-Elektronik Mühendisleri Enstitüsü'nce haziran ayında bilim dünyasına duyurulacak. Başarının ilginç bir de öyküsü var: Yüksek kapasiteli bilgisayarlara ulaşma imkânı olmayan ekip, kendi ürettikleri yazılımlar ile bir paralelleme metodu oluşturdu ve INTEL firması ile temasa geçti. İngiltere'deki sistemini ödünç veren firma, çalışanlarının tatilde olduğu bir hafta sisteme Ankara'dan erişim sağladı. Hafta boyu süren aralıksız çalışma, rekoru da beraberinde getirdi.

Prof. Dr. Levent Gürel'in liderliğini yaptığı ve doktora öğrencisi Özgür Ergül ile Tahir Malas'tan oluşan BİLCEM ekibi, uzun süredir proje üzerine çalışıyordu. Kendi hazırladıkları yazılımlarla çok çekirdekli birden fazla bilgisayarı bir araya getirdiklerini kaydeden Levent Gürel, yaklaşık 250 gigabyte'lık bir hafıza kapasitesine ulaştıklarını dile getirdi. Bu kadar büyük hafızaya sahip bilgisayarların milyonlarca dolarlık maliyeti olduğunu hatırlatan ekip başkanı, kendi kullandıkları sistemin sadece 150 bin dolar değerinde olduğunu ifade etti.

Türk mühendisler tarafından geliştirilen çalışma, bilim dünyasında karşılaşılan büyük problemlere çözüm olabilecek nitelikte. Sistemin öncelikli olarak savunma ve sağlık sektörlerinde kullanılması hedefleniyor. Yüksek seviyeli elektromanyetik modelleme sistemi ile uçakların gelişmiş radar çözümlemeleri yapılabilecek, radara yakalanmayan uçak ve gemiler tasarlanabilecek. Nano optik görüntüleme ile çok küçük partiküllerin incelenmesi sağlanabilecek. Çalışmanın en önemli amaçlarından biri ise cep telefonunun insan sağlığı üzerindeki etkilerini tespit edebilmek. Bilkent Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümü Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ergin Atalar da çözülen denklemin çok önemli olduğunu belirterek askerî ve sağlık alanında yapacağı katkılara dikkat çekti. Radar sistemlerinin bu çözümle daha detaylı bilgiler verebileceğini anlatan Atalar, "Uçağın büyüklüğünü ve modelini bile tespit edebilirler." diye konuştu. Projenin tıpta da kullanımının mümkün olduğunun altını çizen Prof. Dr. Ergin Atalar, cep telefonunun insan beynini kaç dakikada ne kadar ısıttığı ve bunun ne derece zararlı olduğu bilgisinin elde edilebileceğini dile getirdi. alıntıdır


--------------------------------------------------------------------------------

Dünya'nın radyasyonu ölçüldü

Bilim insanları ilk kez Dünya'nın tabii olarak yaydığı radyasyonu ölçtü. Japonya'da kurulan bir merkezde bilim insanları, nükleer çürümenin Dünya merkezindeki ısıya katkısını araştırıyor.


Dünya'nın merkezinde açığa çıkan ısı, üst katmanlardaki sıvı demiri tetikliyor ve böylece manyetik alanlar oluşuyor. Dünya'nın merkezinde üretilen ısının kaynağı, bilim insanları için hala bir soru işareti. Sondaj kuyularında yapılan incelemelerden Dünya'nın merkezinde 30 ila 44 terawatts ısı çıkardığı tahmin ediliyor.


Bilim insanları bu ısının önemli bir kısmının radyoaktif elementlerin çürümesinden gerçekleştiğini tahmin ediyor. Dünya'nın toplam içerdiği uranyum ve toryum kütlesini hesaplayan jeologlar, radyoaktivitenin Dünya ısısının 19 terawatt'lık bölümünü ürettiğini düşünüyor.

SIR KÜPÜ â€˜ANTİ-NÖTRİNO'LAR
Dünya'nın merkezindeki radyoaktif oluşumlar hakkında daha güçlü yargılara varmanın en sağlıklı yolu anti-nötrino adı verilen parçacıklardan geçiyor. Bu parçacıklar, nötrino denen yüksüz ve ağırlıksız partiküllerin anti-maddesi sayılıyor. Anti-nötrinolar uranyum ve toryumun çürüyerek kurşuna dönüşmesi sonucunda açığa çıkıyor. Bilim insanları şöyle düşünüyor; “eğer anti-nötrinolar Dünya'nın merkezinde bir yerlerde meydana geliyorsa, o halde ulaşılabilir olmalılar”, çünkü anti-nötrinolar maddelerin içinden geçebiliyor.

Anti-nötrinolar katmanların ve mantonun da nükleer kompozisyonu konusunda ipuçları verecek. Anti-nötrino sayım çalışmalarında bilim insanları gelecekte çoklu detektörlerden oluşan bir ağ kurarak parçacıkların tam olarak kaynağını tespit edebilecek.

KAMLAND ANTİ-NÖTRİNO DETEKTÖRÜ
Japonya'daki Kamioka kentindeki KamLAND adlı anti-nötrino detektörü, bir süredir anti-nötrino tespitleri yapıyordu. Uluslararası bilim insanlarından oluşan bir ekip, Dünya'nın merkezinden saniyede santimetre kare başına 16.2 milyon anti-nötrino fışkırdığını tespit etti.

Ancak bu tespite göre, bu yükte anti-nötrino üreten radyoaktivitenin Dünya'nın merkezinde 60 terawatt'lık bir ısı yaratabilecekken, açığa sadece 24 terawatt çıkması, bilim insanlarının kafasını karıştırıyor. Bu sonuca ilişkin olarak, KamLAND ekibinin başı Hawaii Universitesi uzmanı John Learned, anti-nötrino ölçümleri konusunda henüz yolun olduklarını vurguluyor.

Anti-nötrino hesaplamaları Dünya'nın çekirdeğindeki ısıyı meydana getiren radyoaktif oluşumları açıklayacak. Çekirdekten yayılan ısının başka nedenleri de var, örneğin sıvı demir ve nikelin kristalizasyonu ısının artmasına katkıda bulunuyor.alıntıdır.

bilgisayarların kapasitesi 100 kat artacak!

İngiltere'nin Surrey Üniversitesi ile Salford Üniversitesi'nde yapılan ve Nature'de yayımlanan araştırmaya göre, ışık tayfının yavaşlatılması, optik ağ üzerindeki verilerin iletilmesini hızlandırıyor.

Yapay olarak yaratılan metamateryalin 'negatif kırılması' özelliğinde elde edilen sonuçlara göre, kırılma göstergesi, ışığın bir maddeyi geçerken yavaşlamasını gösteriyor.

Surrey Üniversitesi'nden Ortwin Hess ve Kosmas Tsakmakidis ile Salford Üniversitesi'nden Alan Bordman, negatif kırılmada, ışık dalgalarının ışığa doğru hareket ettiğini ve hızlarının sıfıra doğru eğilim kazandığını belirterek, çalışmalarında ışık spektrumunun bir parçasını yakalamayı başardıklarını ve uyarlanan metamateryal için ışığı bütününde dondurmanın mümkün olduğunu gösterdiklerini kaydetti.

Araştırmacılar, bu metamateryallerin, ışığın bir dalga boyundan çok daha küçük metalik bileşenden oluştuğunu belirtti.

Işık tayfının çeşitli frekanslarının aynı anda kullanılmasıyla, bilgisayarların veri depolama kapasitelerinin önemli ölçüde artırılabileceğinin altını çizen bilimadamları, bir tür elektron pusulası kullanarak, bir faktörün kapasitesinin ikiye çıkarılabileceğini kaydetti.

"Amacımız, bir faktörü çok daha fazla artırmak, çünkü aynı anda çok dahafazla frekans depolayabilirsiniz" diyen Ortwin Hess, ışığı yavaşlatmanın internet üzerindeki veri paketlerinin iletim hızını da düzenleme olanağı sağlayacağını ve büyük arterlerde trafik sıkışıklığının önüne geçilmesi için hız düzenlemesi yapılması gibi internette sıkışmaların engellenebileceğini belirtti.

TDK'dan yabancı sözcüklere Türkçe karşılık

Türk Dil Kurumu (TDK), medya çalışanları için ''Yabancı Sözlere Karşılıklar Kılavuzu'' hazırladı. Kılavuzda idealist'in yerine ''ülkücü'', badminton'un yerine ''tüytop'', CD yerine ''yoğun disk'' kullanılması öneriliyor.

Türk Dil Kurumu (TDK), medya çalışanları için "Yabancı Sözlere Karşılıklar Kılavuzu" hazırladı.

Kılavuzda, iletişim araçlarında ve günlük yaşamda sıkça kullanılan yüzlerce yabancı kelimenin Türkçe karşılığı yer alıyor.

TDK Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın, bir konferans için geldiği Adana'da, medya çalışanları için bastırılan 50 bin kitapçılığın dağıtımını Anadolu Ajansı Adana Bölge Müdürlüğünde başlattı.

Akalın, her dilde yabancı kökenli sözcükler bulunduğunu, hiçbir dilin saf olmadığını, Türkçenin de başka dillerden söz aldığı gibi onlara sözler verdiğini vurguladı.

Eklemeli bir dil olan Türkçenin diğer dillerin yaşadığı sorunlardan fazlasını yaşadığını belirten Akalın, "Yabancı kökenli sözcüklerin özgün biçimleriyle yazılıp özgün biçimleriyle okunmaları ve Türkçe eklerin de İngilizcedeki özgün söylenişe göre getirilmesi pek çok soruna yol açıyor" dedi.

Akalın, çok fazla yabancı kelime kullanımının zaman içinde o sözlerin Türkçe karşılığının bile unutulmasına yol açtığına dikkati çekerek, "Örneğin, son yıllarda çok sık kullanılan trend sözünün Türkçe'de eğilim, yönelim, yönelme, doğrultu, gelişme yönü, tarz gibi tam 56 karşılığı var" diye konuştu.

Akalın gazetecilerin, kullandıkları Türkçe sözcüklerle topluma örnek olması gerektiğini işaret ederek, "bu düşünceyle hazırladığımız kılavuzda Türkçe karşılığı olmasına karşın medyada en fazla kullanılan yabancı sözcüklere dikkat çekmek istedik. Medya çalışanlarınının duyarlılığı ile hedefimize ulaşacağımızı düşünüyorum" dedi.

Hazırladıkları kılavuzda kısıltma işaretlerine de yer verdiklerini belirten Akalın, şöyle konuştu:

"TDK'nın kuruluşundan bu yana yürüttüğü yabancı kökenli terimlere karşılık bulma çalışmasının sonucunda ortaya konulan 87 bilim dalındaki yaklaşık 190 bin terim TDK'nin http://tdk.org.tr adresindeki Bilim ve Sanat Terimleri Ana Sözlüğü'nde yar alıyor.

Gerek bu kılavuzda, gerek sanal ortamdaki ana sözlükte yer alan karşılıkların kullanılarak yaygınlaştırılması bir yandan Türkçe'nin söz varlığının yabancılaştırılmasının önüne geçeceği gibi diğer yandan da Türkçe'nin geliştirilmesi, zenginleştirilmesi çalışmalarına da yardımcı olacak."

Akalın, kılavuzda yer almayan ancak, yazı dilimize girme eğilimindeki yabancı kökenli sözleri, katkitdk.org.tr adresine duyarlı herkesin bildirmesini isteyerek, "Aynı e-posta adresine gönderilecek eleştiriler de çalışmalarımıza ışık tutacak" dedi.

Kılavuzdan örnekler

Bu arada kılavuzda, basketbola "sepet topu", voleybola "uçan top", avansa "öndelik", banknota "kağıt para", asparagasa "uydurma", aspiratöre "emmeç", fabrikaya "üretimevi", zappinge "geçgeç", etiğe "töre bilimi" denilmesi öngörülüyor.

Kılavuza göre, iletişim araçlarında sıkça kullanılan ve Türkçe karşılığı bulunan diğer yabancı sözcüklerden bazıları şöyle:

Afiş "ası", ajanda "andaç", aktivite "etkinlik", aktüel "güncel", amblem "belirtke", ambulans "cankurtaran", amortisman "yıpranma payı", anarşi "kargaşa", arşiv "belgelik", atölye "işlik", türbülans "burgaç", badminton "tüytop", baypas "köprüleme", otizm "içeyöneliklik, ipotek "tutu", fuel oil "yağ yakıt", garanti "güvence", depozito "güvence akçesi", fitness "sağlıklı yaşam", finanse "akçalanmış", first lady "başbayan", CD "yoğun disk", terörist "yıldırıcı", idealist "ülkücü". alıntıdır

2 Mayıs 2008 Cuma

Cep Telefonları insan DNA'sını Bozuyor!

Cep Telefonları insan DNA'sını Bozuyor

Hayatımızın ayrılmazlarından biri haline gelen cep telefonlarından yayılan radyo dalgalarının vücut hücrelerine zarar verdiği, DNA yapımızı bozduğu laboratuvar deneylerinde tespit edildi. Kaliteli telefon ve kulaklık kullanılması tavsiye ediliyor. Cep telefonu üreticileri ne kadar aksini iddia etseler de bilim adamları cep telefonundan yayılan radyo dalgalarının vücut hücrelerimize ve DNA'mıza zarar verebileceğini deneylerinde kanıtladılar.


DNA üzerinde etkilerin tehlikeli boyutlarda olduğunu belirten bilim adamları radyasyon nedeniyle mutasyona uğrayan hücrelerin kanser riskini beraberinde getirdiğini belirtiyor.

Avrupa Birliği'nin konuyla ilgili kuruluşları, yine de insanların henüz endişelenmesine gerek duyulacakcak bulgulara ulaşılmadığını belirtiyorlar.

Dünya üzerinde 1.5 milyar cep telefonu halen kullanımda. Bu gelecek nesillerin ne kadar büyük risk altında olduğunun göstergesi.

Mobil telefonların etkileşim standardı SAR (Özel Soğurma Oranı) cep telefonunun çalışırken insan vücuduna etkisini belirten bir birim. Cep telefonu baz istasyonuna yakın olduğunda bu değer düşerken uzaklaştıkça artıyor. Uluslararası yönergelerde SAR seviyesinin 2 W/kg olmasının insan sağlığını etkilemediğini belirtiyor. Zaten bu seviyenin üzerindeki telefonların satılması yasak. Ancak bunun her ortamda ölçülüp ölçülmediği bir muamma.

Her ihtimale karşı, telefon alırken SAR seviye test sonuçlarını kontrol etmekte ve kulaklık kullanmakta fayda olabilir.

Yeni ve ucuz hepatit testinde Türk imzası

Hacettepe Üniversitesi araştırmacıları, Türkiye'nin her yıl milyonlarca dolar ödediği hepatit teşhisinde kullanılan ithal testlere alternatif, çok daha ucuz yeni bir yöntem geliştirdi. Yüksek oranda güvenilirlik sağlayan yeni teknoloji, aynı anda 100 kan testini bir kaç dakika içinde yapıp, mevcut yöntemlere göre 8 kat daha uzun süre kullanılabiliyor. Hacettepe Üniversitesi Kimya Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Adil Denizli, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Serhat Ünal, Biyokimya Anabilim Dalı Doktora öğrencisi Lokman Uzun'la ortaklaşa yürüttükleri "Hepatit teşhisine yönelik tayin kitlerinin hazırlanması" projesini tamamladıklarını ve patent başvurusu yaptıklarını bildirdi.

Viral hepatitin, virüslerin neden olduğu, karaciğere ağır hasarlar verebilen bir enfeksiyon hastalığı olduğunu belirten Denizli, kronikleşme tehlikeleri ve yaygınlıkları nedeni ile hepatit türlerinin en önemlilerinin Hepatit B ve Hepatit C olduğunu söyledi.

Tüm dünyada 350 milyon Hepatit B, 150 milyon Hepatit C hastası olduğunu, Türkiye'de ise 5-7 milyon Hepatit B, 2-3 milyon Hepatit C hastasının bulunduğunun tahmin edildiğini kaydeden Denizli, kanla bulaşan hastalığın özellikle kan nakilleri sırasındaki teşhisinin önemine dikkati çekti.

Denizli, Türkiye'de Sağlık Bakanlığı ve Kızılay'ın kanlarda bu testlerin yapılmasını zorunlu kıldığını anımsattı.

Denizli, Hepatite neden olan virüsün teşhis edilmesi için yaygın olarak Radyo İmmuno Test (RIA), enzim İmmuno Test (EIA) ve Enzim Bağlı İmmunosorbent Kiti (ELIZA) ölçüm yöntemlerinin kullanıldığını belirterek, bu yöntemlerde kullanılan antikorların kimyasal ve fiziksel kararlılıklarının düşüklüğü, kitlerin raf ömrünün kısalığı, maliyetlerinin yüksek olması gibi dezavantajları bulunduğunu belirtti.

Denizli, şu bilgileri verdi:

"Türkiye'de hastanelerde ve Kızılay tarafından alınan kanlar hesaplandığında günde binlerce ünite kan alımı söz konusu ve bunların analizleri yapıldığında yüksek oranda bir hepatit teşhis maliyetinden bahsedilebilir. Türkiye'de hiç bir firma bu hastalıkların teşhisi için kullanılan bir malzeme üretmiyor.

Şu an yaygın olarak kullanılan ELIZA kitleri pahalı ve raf ömürleri de sınırlı. Bu kitler rafta en fazla 3 ay tutulabilir. Bu durum, çok sayıda teşhis kitinin kullanılmadan atılmasını beraberinde getiriyor. Bu da maliyete ciddi olarak yansıyor.

ELIZA ve benzeri kitlerde seçicilik yani hedefi bulmada yüzde 97 gibi bir oran söz konusu ancak yüzde 100 değil... Bu nedenle uzun yıllardır Hacettepe Üniversitesi Biyokimya Araştırma laboratuvarlarında söz konusu yöntemlere alternatif ucuz ve güvenilir testler üzerinde araştırmalar yürütüyoruz."

Moleküler baskılama temelli yeni teşhis

Adil Denizli, çalışmaları sonucunda akıllı polimerler kullanarak Hepatit B hasta plazmasındaki Anti Hepatit B yüzey antikorların teşhisini başarı ile gerçekleştirdiklerini ifade etti.

SPR immün teşhis sisteminin sonuçlarının da ticari olarak kullanılan ELIZA yöntemiyle karşılaştırıldığını ve sonuçlar arasında yüzde 98'lik bir uyum olduğunun görüldüğünü dile getiren Denizli, "Sonuç olarak hazırlanan sistemin ticari sistemlere alternatif olabileceği söylenebilir.

Bizim bulduğumuz yöntem, her yıl milyonlarca dolar ödenerek yurtdışından getirtilen Hepatit teşhisine yönelik kitlere alternatif ve daha ucuz bir yöntemdir" dedi.

Denizli, moleküler baskılama temelli çalışmalarında hepatit teşhisini nasıl gerçekleştirdiklerini ise şöyle anlattı:

"Hepatit hastalığına neden olan mikroba karşı vücut tarafından üretilen antikoru akıllı polimerin içine gömüyoruz. Sonrasında bunu çıkartıyoruz.

O süngerimsi plastiğin içerisinde sadece antikorun girebildiği üç boyutlu boşluklar oluşturuluyor. Sadece bu hastalığı taşıyan kandaki antikorlar hazırlanan SPR immün teşhis kitine bağlanıyor ve böylece tayin yapılabiliyor."

Tüm hepatit türleri için geliştirilebilir

Denizli, çalışmanın özellikle Hepatit B türleri için uygulandığını, ancak tüm hepatit türleri için de aynı kalitede sonuç alınabilecek ürünlerin geliştirilmesinin mümkün olduğunu söyledi.

Çalışmanın TÜBİTAK tarafından da desteklendiğini aktaran Denizli, akıllı polimerlerle teşhis yöntemlerinin avantajları konusunda şu bilgileri verdi:

"Hepatit teşhisinde moleküler baskılama temelli akıllı polimerlerin kullanılması pek çok avantajı beraberinde getiriyor. Her gün onbinlerce kan testinin yapıldığı dikkate alındığında, bu testlerin maliyetinin yüksekliğini tahmin etmek de güç değil.

Yeni yöntemin en önemli avantajı, bu polimerlerin iki yıl süresince kullanılabilir olması. Yani raf ömürleri çok uzun süreli. Bu polimerler, istenilen koşullarda muhafaza edilebilirler. Buzdolabına ihtiyaç yoktur ve güneş ışığında kalsalar bile bir sorun olmaz.

Oysa ELIZA, buzdolabından çıkarıldıktan yarım saat sonra bozulmaya başlar. Aynı polimerin tekrar tekrar kullanılması da önemli özelliklerinden biri. Böylece yeni yöntemde mevcut yöntemlere göre 8 kat daha uzun süreli kullanım mümkün hale geliyor.

Diğer yandan aynı anda en az 100 tane serumu da test etmeniz mümkün. Bir de mevcut yöntemlere göre teşhis sonucu bir kaç dakika içinde alınabiliyor."

Birçok hastalığın teşhisinde kullanılabilecek

Akıllı polimerlerin kararlılığının çok iyi olduğunu söyleyen Denizli, hepatitin yanında aralarında AIDS'in de bulunduğu pek çok hastalığın bu yöntemle teşhis edilebileceğini kaydetti.

Piyasada yeni teşhis yöntemlerinin ticarileşme sürecinin başladığını anımsatan Denizli, bu yöntemlerin arasında kendi yaptıkları moleküler baskılama temelli herhangi bir ürünün bulunmadığını dile getirdi.

Denizli, moleküler baskılama temelli teşhis çalışmaları için pek çok uluslararası şirketin kendileriyle irtibata geçtiğini belirterek, çalışmanın sonuçlarının yayına hazırladığını kaydetti.

yağ eritip kas yapan GEN!!

Alman bilim adamı Markus Schülke’nin bulduğu, kas geliştirirken vücuttaki yağı eriten gen, spor dünyasında büyük yankı uyandırdı ALMAN bilim adamı Markus Schülke, kas gelişimini artırırken vücuttaki yağı eriten bir gen buldu. Bu genin spor alanında dopinge karşı verilen mücadelenin seyrini değiştirmesi bekleniyor.
Çünkü bu genin etkisi klasik doping kontrollerinde ortaya çıkmıyor. Spor dünyasının yeni gen dopingine duyduğu ilgi, olimpiyat komitesini de harekete geçirdi.

UZMANLAR, kısa zamanda doping kontrollerine kas örneklerinin de ekleneceğini duyurdular. Sözkonusu gen dopingi, hücrelerde myostatin adlı proteinin üretimini engelliyor. Myostatin üretiminin engellenmesi, kasların gücünü artırırken anormal şekilde büyümesini de sağlıyor. Şu an hayvanlarda denenen gen dopinginin bu yıl insanlarda kullanılması planlanıyor.

ağaçlar astım oranını düşürüyor!!

Ağaçlı sokakların, çocuklarda astım oranlarını düşürdüğü gözlendi. Araştırmacılar, buna ağaçların havanın kalitesine etkisi veya ağaçlar nedeniyle çocukların dışarıda oynamaya daha istekli olmasının neden olabileceğine inanıyor... ABD’nin New York kentinde Columbia Üniversitesi’nin yaptığı araştırma, yaşları 4 ve 5 olan çocuklardaki astım oranlarının, her kilometre kareye 343 adet fazladan ağaç düştüğünde yüzde 25 azaldığını gösterdi.



Araştırmacılar, astım oranlarındaki düşüşe, ağaçların havanın kalitesine etkisi veya ağaçlar nedeniyle çocukların dışarıda oynamaya daha istekli olmasının neden olabileceğine inanırken, gerçek sebebin henüz netleşmediğini belirtti.

Sonuçları “Epidemiology and Community Health” dergisinde yayımlanan araştırma sırasında hava kirliliğine yol açan kaynaklar, refah seviyesi ve nüfus yoğunluğunun hesaba katıldığı, bu durumda, sokaktaki ağaç sayısının, hastanede tedavi gerektirecek kadar ciddi astım hastası olan çocuklarda etkisinin olmadığı görüldü.

New York’ta sokakta kilometre kareye ortalama 613 ağaç düştüğü ve çocuklarda astım oranının yüzde 9 olduğu belirtildi. 2017 yılına kadar 1 milyon fazladan ağaç dikilmesi planlanan kentte, astımın, 15 yaş altı çocukların hastaneye kaldırılmalarının başlıca nedeni olduğu biliniyor.

28 Nisan 2008 Pazartesi

SOLUCAN DELİKLER,11.BOYUT VE DAHA BİLİNMEYEN OLUŞUMLAR

11. boyut
Evren neden var oldu? Araştırmacılar, bu sorunun yanıtını "Her Şeyin Teorisi" adını verdikleri bir evren formülüyle yanıtlamayı umuyorlar. İngiliz astrofizik uzmanı Stephen Hawking, yeni bulgularıyla, içinde eşizlerimizin bulunduğu fantastik bir "hiper uzay"ın kapılarını açıyor. Biz diğer evrenleri göremiyoruz; ancak, Hawking teorisinde, paralel evrenlerde olanların bizim korkularımızı, becerilerimizi ve özlemlerimizi etkileyebileceğini ileri sürüyor.

Diğer boyutlar, yuvarlanmış küçük küreler şeklinde uzay-zamanın bütün noktalarında yer alıyor
Şu sırada, siz bu cümleleri okurken, paralel evrenlerdeki eşizleriniz de bu cümleleri okuyor olabilirler. Onlar da, bu teoriyi okuyunca, büyük olasılıkla sizin gibi inanmayacak ve başlarını sallayacaklardır.İlk bakışta çılgınlık ya da bir bilimkurgu fantezisi gibi görünse de, bu teori tamamen matematiksel temellere dayanıyor. Stephen Hawking, "Sonsuz sayıda eşiz evrenler var" diyor. Hawking, Cambridge Üniversitesi'nin Matematik Bilimleri Merkezi'nde profesör olarak görev yapıyor. "Amyotrofik lateral skleroz" adı verilen bir sinir hastalığı nedeniyle, ünlü fizikçinin vücut kasları her geçen gün biraz daha eriyor. 1986'da bir soluk borusu ameliyatı sonucu sesini de kaybetti. O günden bu yana bilgisayar aracılığıyla iletişim kuruyor. Şu anda tamamen felçli, ancak zihni, inanılmaz bir hareketliliğe sahip. 59 yaşındaki astrofizikçi, evrenin var oluşunu açıklamak amacıyla yıllardır üstünde çalışılan "Her Şeyin Teorisi"sinin (Theory of Everything) formülünü oluşturmayı başardı ve buna "M-teorisi" adını verdi. Buradaki "M" (magic, mysterios, mother) büyülü, esrarengiz ya da her şeyin (bütün teorilerin) anası olarak değerlendirilebilir. Teori, uzayı, içlerinde bizim eşizlerimizin bulunduğu başka evrenlerden oluşan çok boyutlu bir labirent olarak görüyor. Hawking, bu "kobold evrenler"in yaşayanlarını "gölge insanlar" olarak nitelendiriyor. Yani, bizim evren olarak tanımladığımız belki de, gerçekte iç içe geçmiş, birbirini şekillendiren ve hatta belki birbiriyle iletişim halinde olan, birbirine paralel çok sayıda evrenlerin bulunduğu sonsuz bir uzayın minik bir kesiti.Bu, sadece birçok esrarengiz olguya aniden bambaşka bir açıdan baktığı için değil, aynı zamanda sıradan yaşamımızın bu kadar basit olmadığını göstermesiyle de büyüleyici bir evren tasviri. Birçoğumuz, yaşadığımız olaylara hep daha fazla anlam yükleme eğilimindeyiz. "Yaşamımda, ne olduğunu bilmediğim bir değişiklik olacağını hissediyorum" dediğimiz anları hepimiz yaşamışızdır. Korkular, hayaller, özlemler, fikirler... Ortada neden yokken, birden bire nasıl çıkıyorlar, nereden geliyorlar?Genç iş adamı, her pazar sabahı eşiyle birlikte tenis oynuyordu. O gün de, bütün diğer pazar sabahları gibiydi. Daha farklı geçeceğini gösteren en ufak bir belirti yoktu. Ancak, bir süre sonra iş adamı oyunu savsaklamaya başladı. Servis atışları hep fileye takılıyordu. Konsantrasyonu tamamen dağılmıştı. Huzursuzluğu giderek arttı. Birden aklına annesi geldi ve bu düşünceyi bir türlü kafasından silemedi. Eve döndüklerinde telefonları çaldı, arayan babasıydı. Öğlene kadar her yerde onu aramıştı. Annesi bir kalp krizi geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. İş adamının konsantrasyonu, bu olayı sezinlediği için mi dağılmıştı? Peki nasıl sezmişti bunu? Böyle bir olaya, şimdiye kadar sadece parapsikoloji uzmanları açıklama getiriyorlardı. Bilim adamları, ciddiyetsizlikle suçlanmamak için böyle konuların üstünde durmamayı tercih ettiler.

Uzay-zamanın bükülmesiyle oluşan "solucan delikler"in zaman yolculuğunu mümkün kılabileceği düşünülüyor.
Stephen Hawking'in geliştirdiği evren teorisi, hesaplamalara dayalı yepyeni bir açıklama getiriyor. Hawking, mantıksal olarak, beynimizde hiçbir şeyin bir bütünden bağımsız gerçekleşmediğini ileri sürüyor. Yani, tenis kortundaki olayları şöyle açıklayabiliriz: Görülebilir evrenimizin dışında, iç içe geçmiş ve eşizlerimizin bulunduğu, görülemeyen daha çok sayıda evren var.İş adamı, annesinin geçirdiği kalp krizini telefonla öğrenmediğine göre, dolaylı yollardan öğrendi; yani eşizlerinden biri aracılığıyla.Eğer Hawking haklıysa, daha pek çok olgu paralel evren teorisiyle açıklanabilecek. Hiçbir neden ya da bulgu olmadığı halde neden bazen korkuya kapılıyoruz? Eşizlerimiz o anda bu korkuları yaşadıkları için mi? Neden bazı insanlarla ilk kez tanıştığımız halde, sanki onu uzun süredir tanıyormuşuz duygusuna kapılıyoruz? Başka bir dünyada onu uzun süredir tanıdığımız için mi? Ya ilk bakışta aşk? Aslında böyle bir şey belki de yok ve her şey başka bir evrende yaşanan bir aşkın o an için hissedilmesinden ibaret. Gerçekten de, bir bilimkurgu senaryosuna benziyor. Stephen Hawking, bu fantastik fikre nasıl ulaşmıştı acaba? Bilim adamı, böyle bir evren teorisine nasıl ulaştığını, "Ceviz Kabuğundaki Evren" adını verdiği son kitabında açıklamış.Bu adı verirken İngiliz oyun yazarı William Shakespeare'in "Hamlet"inden esinlenmiş. Eserde Hamlet, "Ey Tanrım, ceviz kabuğunun içine hapsolsam da, kendimi bütün âlemlerin kralı gibi görebilirdim, keşke şu kötü rüyalarım olmasaydı..." diyordu. Hamlet'in bu derin iç çekişi, sanki düşünür Hawking'i tarif ediyor. Hastalığı onu, ceviz kabuğu olarak nitelendirilebilecek hareketsiz vücudunun içine hapsetmiş. Ancak, o aklıyla, sonsuzluğa, yani evrene hakim olmak istiyor. Hawking, Hamlet'in sözlerini şöyle yorumluyor; bütün fiziksel engellere karşın, sadece beynimizin gücüyle uzayı araştırabilir ve teknik açıdan ulaşılması mümkün olmasa da, teorik olarak, ilginç bölgelerin kapılarını aralayabiliriz. Hawking'in geliştirdiği formül, makroskobik evreni ve temel parçacıkların mikroskobik dünyasını tanımlamakla kalmayacak, "Büyük Patlama" ve onunla birlikte zaman ve uzay boyutlarının başlangıcını da hesaplanabilir hale getirecek. Böylece insan, evrenin en büyük gizemine, daha doğru bir yaklaşım gösterebilecek: Evrenin, var olmak için bir tanrıya ihtiyacı var mı? Yoksa varlığı, tamamen bilinen fiziksel yasalara mı dayanıyor? Bugün 59 yaşında olan fizikçi, bazı basın organları tarafından Albert Einstein ile bir tutuluyor. Ancak birçok meslektaşı, bu karşılaştırmanın Einstein için bir haksızlık olduğunu belirtiyor. Ne de olsa bilim adamı, evreni açıklamaya yönelik geliştirdiği "görelilik teorisi"yle, tam bir devrim yaratmıştı. Ama Hawking yeni bir teori kurmamış, Einstein'ın kuramını temel alan bir teori geliştirmişti.Bilim olimpiyatında Hawking, 1974'te keşfettiği ve kendi adını verdiği ışınım ile ön plana çıktı: Fizikçi, temel parçacık demetinin bir kara delik yakınında bulunduğunda, nasıl davranacağını hesapladı. Belirli kütleye sahip bir yıldız, ömrünün sonunda, kendi çekim kuvvetinin etkisiyle çöküyor ve uzay ile zamanın anlamını yitirdiği, yani kaybolduğu, sonsuz yoğunluğa sahip bir yapıya, yani kara deliğe dönüşüyor. Kara deliğin çekim alanı o kadar güçlü ki, ışın da dahil hiçbir şey çekim alanından kurtulamıyor. Fizikçiler bu duruma "tekillik" adını veriyorlar. Hawking, çevresindeki her şeyi yutan bu tuzakların tamamen karanlık olmadıklarını, ışın yaydıklarını gösterdi. İçinde yaşadığımız evrenin de, "tekillik" durumundayken, Büyük Patlama ile birlikte şekillenmeye başlaması, Hawking'in buluşunu daha da önemli kıldı. Bu sayede bir gün, belki de yaratılış hikâyesinin sıfırıncı saniyesine ulaşılabilirdi. Hawking, "hiçlik" ile "varlık" arasındaki geçiş anının aydınlatılmasının, "Tanrı'nın planı"nı ortaya çıkarmak anlamına geldiğini düşünüyor.Bilim adamları, bir "tekillik" durumunun olup olmadığını; bir büyük patlamanın yaşanıp yaşanmadığını; zaman ve uzay boyutlarının bu patlama sonucu ortaya çıkıp çıkmadığını uzun süre tartıştılar.Çünkü, İngiliz fizikçi Isaac Newton'ın 300 yıl önce kabul ettiği gibi, zamanın sonsuz bir geçmişten sonsuz bir geleceğe uzandığına inanıyorlardı.

Stephan Hawking
Newton'ın teorisi, Albert Einstein tarafından geliştirilen "Genel Görelilik Teorisi"yle geçerliğini kaybetti. Yeni teori, zaman, uzay ve maddeyi bir birinden ayrılamaz bir bütün olarak düşünüyordu.Bütün kütleler, ister dev gökadalar ister küçücük asteroitler, uzay-zamana şekil veriyorlar. Bu şekillenme, madde ve ışığın uzaydaki hareketini belirliyor. Önce Roger Penrose, sonra da Hawking, 1969'da Büyük Patlama'nın gerçek olduğunu ispatladıktan sonra, çekim kuvvetine dayalı teoriyi daha da geliştirdiler.Yoğunluk, Büyük Patlama sırasında kuşkusuz çok daha fazlaydı; ne de olsa, evrendeki bütün kütleler bir aradaydı. Patlama gerçekleşince, çevreye hayal edilmesi güç büyüklükte bir enerji yayıldı. Bu ilk enerji, temel parçacıklara ve maddenin kaderini belirleyen dört kuvvete dönüştü. Kozmologlar asıl sorunu, işte bu dört kuvvet konusunda yaşıyorlar. Bir evren formülü, bütün zamanlar ve evrendeki bütün olaylar için geçerli olmalı; yani son bir denklem, mikrokozmoz ve makrokozmozda etkili bütün kuvvetleri içermeliydi. Bugüne kadar yapılan matematiksel hesaplamalar, sadece üç kuvveti kapsıyordu: elektromanyetik kuvvet (elektronları atom çekirdeğine bağlıyor), "güçlü kuvvet" (atom çekirdeğini bir arada tutuyor) ve "zayıf kuvvet" (radyoaktif parçalanmayı sağlıyor)... Buna karşılık, bütün çabalara rağmen, dördüncü kuvvet olan kütle çekimi, bir türlü "Her Şeyin Teorisi" ne dahil edilemedi. Nedeni ise, çekim gücünün sadece maddelerde bulunması. Büyük Patlama sırasında kütle, maddesel olmayan bir nok-tada, "hiçlik"i ifade eden bir kuvantumda yoğunlaşmıştı. Araştırmacıların, "tekillik" durumunu daha iyi anlayabilmeleri için her iki teoriyi "Kuvantum Çekim Kuvveti"nde birleştirmeleri, yani "Çekim Kuvvetinin Kuvantum Teorisi"ni geliştirmeleri gerekiyordu. Ancak, bunu bir türlü başaramıyorlardı. "Her Şeyin Teorisi"ne giden yolda başka bir sorun da, atomun standart modelinde yaşanıyordu. Parçacıklar, bazı matematiksel işlemlere tabi tutulduklarında, ortaya anlamsız ve sonsuz değerler çıkıyordu. Ayrıca standart model, ne parçacık kütlelerini ne de doğal kuvvetlerin şiddetini açıklıyordu. Bunlar formülde sabit değerler olarak yer alıyordu.80'li yılların ortalarında, fizik uzmanları John Schwarz ve Michael Green'in uğraşıları sonucu bir çözüm yolu bulundu. Onlara göre anlamsızlıklar, parçacıkların, denklemlerde sonsuz küçük noktacıklar olarak ele alınmasından kaynaklanıyordu. Peki ama, parçacıkların iplikçikler gibi esneme yetenekleri olsaydı ne olurdu? Yaklaşık 10 yıl önce geliştirilen, ancak daha sonra hesapları çıkmaza sokan "sicim teorisi", atomaltı parçacıkları nokta şeklinde değil, iplik (sicim) şeklinde tanımlıyordu. Sicimler, bir kemanın telleri gibi salınan, 10 (üzeri -33) santimetre uzunluğunda, minicik iplikçiklerdi. Sicimler şimdiye kadar gözlenemedi; ancak, büyüklüğü matematiksel olarak hesaplanabiliyor: Bir sicimin bir atomun büyüklüğüne olan oranı, bir atomun bütün Güneş Sistemi'ne olan oranına eşit. Ayrıca, belirli bazı sicimlerin, kütle çekimine sahip olduğu ve sicimlerin, aynı zamanda kuvantlar oldukları da bilinenler arasında. Hawking, buradan yola çıkarak "kütle çekiminin kuvantum teorisi"ni geliştirdi. Stephen Hawking, sicimlerle ilgili çok sayıda hesaplama yaptıktan sonra şu sonuca ulaştı: Evreni üç veya dört boyutlu kabul ettiğimiz sürece, geliştirilen "Kütle Çekiminin Kuvantum Teorisi" bizi tek bir evren formülüne götürmüyor. Dolayısıyla çözümü, çok boyutlu alanlarda aradı. Bu nedenle de sicimde takılıp kalmadı ve hesaplar yaparak, sicimlerden çok boyutlu kuvantlar elde etti. Bunlara "membran" adını verdi ve daha da kısaltarak "bran" olarak kullandı. Bu bran'lar, birden fazla boyutta varlık gösteriyorlardı. Hesaplamalarına devam ederek bir sınıra ulaştı: Evrende on bir boyut vardı.Peki bütün o boyutları neden algılayamıyoruz? Hawking nedenini şöyle açıklıyor: Büyük Patlama'nın ardından, zaman boyutu ile üç tane uzaysal (uzunluk, genişlik, yükseklik) boyut açılarak kozmik büyüklüğe dönüştü. Kalan yedi boyut, konumlarını değiştirmeden, yani sicim kadar bir alanı kaplayacak büyüklükte, bir gonca gibi sarılı olarak kaldılar. Bilim adamına göre, böyle yedi boyutlu bir yumak, evrenin her noktasında mevcut.MTeorisi'ne göre, evren iki boyutlu bran'larla kaplı. Bu branlar için üçüncü boyut, bran'ların frizbi plakları gibi, içinde oradan oraya uçtukları ve hiç birbirlerine çarpmayacakları büyüklükte bir "hiper uzay". "Üç boyutlu kütlecikler" hiç fark edilmeden dört boyutlu bir uzaya, "dört boyutlu kütlecikler" beş boyutlu bir uzaya vb. giriyorlar. Hawking, bu noktada kendi kendine şu soruyu sormuş: "Üstünde yaşadığımız Dünya nasıl yorumlanmalı?" Yanıtını ise şöyle vermiş: "Bizim gözlemleyebildiğimiz evren, belki de hiper uzayda süzülen üç boyutlu bir bran'dan öte bir şey değil. Ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız değil. Çünkü, sürekli yeni evrenler, yeni bran'lar doğu-yor.Fizikçiler, bu olaylara "kuvantum fluktuasyonu" adı veriyorlar. Hawking, böyle bir kuvant oluşumunu, kaynayan sudaki hava kabarcığı oluşumuna benzetiyor. Bu kabarcıklardan bazıları patlıyor, bazıları da içinde bulunduğumuz evren gibi esneyerek genişliyor.Bilim adamı, sürekli bir üst boyuta geçen branlar'la ilgili, insanın başını döndüren bu varsayımı biraz daha somutlaştırabilmek için, hologram örneğini veriyor: Hologramlarda, doğru açıdan bakıldığında, iki boyutlu bir yüzeyde, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark ediliyor. Başka bir deyişle, daha yüksek boyuttaki bilgiler, daha düşük boyuttaki bir oluşumun içine kodlanıyor. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz?Hawking'e göre bu soruların yanıtı evet! Yaşamımız, dünyalı olmayan yaratıklar tarafından oynanan bir bilgisayar oyunu, biz de bilgisayarlarla üretilmiş oyuncular olabiliriz. Belki de, sadece bakıp eğlendikleri hologramlarız. Hawking'in teorisiyle, kehanet ve telepati gibi metafizik konular da belki daha doğru yorumlanabilir: Bir hologramda, üç boyutlu bilgiler, iki boyutlu yüzeyin her noktasında kodlanmış olarak bulunuyor. Hologram levhasını kırdığınız ve parçalardan birini ışık altında incelediğiniz zaman, içinde kodlanmış olan üç boyutlu nesnenin yine tamamını görürsünüz. Çünkü, nesneye ait üç boyutlu bilgilerin tamamı, yüzeyin her noktasında ayrı ayrı kodlanmış bulunuyor.Dünyamız eğer bir hologram ise, bütün bilgiler, yine Dünya'nın her yerinde ayrı ayrı bulunuyor olmalı. Bu açıdan bakıldığında, bu matris bütününün bir parçası olan kişinin, normalde görülemeyen bilgileri bazen fark etmesi çok da olağanüstü sayılmaz. Belki de kâhinler, böyle bilgileri algılayabilen ve okuyabilen insanlardır. Hawking bu düşüncesinde yalnız değil. Bu varsayımı geliştirirken Hawking'e eşlik eden evrenbilimci Alexander Vilekin, "Uzayda, Al Gore'un ABD başkanı olduğu ya da Elvis Presley'nin hâlâ yaşadığı paralel evrenler olabilir" diyor.Hawking daha da ileri giderek paralel başka bir evrene geçmeyi hayal ediyor. Fizikçi, bilimkurgu dizisi "Star Trek"e, konuk sanatçı olarak katıldığı bölümünde, Isaac Newton ve Albert Einstein ile poker oynamış, Marylin Monroe da dizinde oturarak ona şans dilemişti. Bilim adamı "Her türlü hikâye gerçek olabilir; bir evrende Marylin Monroe, diğer evrende de Kleopatra ile evli olabilirim. Böyle olduğuna dair elimizde bir kanıt yok. Keşke olsaydı, o zaman poker oyununda çok para kazanabilirdim" diyor. Sicimler ve branlar'dan oluşan bu fantastik bakış açısı gerçek olabilir mi? Hawking, evrenin varlığını tek bir formülle açıklayacak "Her Şeyin Teorisi" nin henüz tamamlanmadığını, bunun belki de ancak 21. yüzyılın sonuna doğru mümkün olacağını belirtiyor. Ancak formül tamamlandığında da Tanrı'nın evren formülüne ulaşmış olacaklarını, bu noktanın da insan aklının nihai zaferi olacağını belirtiyor.